26 Ocak 2010 Salı

DELİ?

Deli kelimesi çok garibime gidiyo. (yada geliyo burada sıkıntı yaşıyorum.) Halbuki deli lakaplı arkadaşım var. Çokta severim kendisini. Ama anlamadığım bişey var. Delilik kıstasları neye göre belirleniyo? Şimdi sokakta gezen bi insanı kimse yadırgamaz ve deli demez. Dememelide zaten. Ama çıplak gezen birini gördük mü deli deyiveririz hemen. Peki ama nüdist ise nolcak? Yok adamın neyi benimsediği önemli değil. Çıplaksa deli giyinikse akıllı. Peki giyinik insanda evinde değişik böcek kafaları filan biriktiriyosa? Saçma ama olabilir. Ki bence bu çıplak insandan daha tehlikeli ve delidir. Çıplak eleman göze hitap etmez bi tek. Kim bilir belki eder.
Malumunuz en dünyanın en zeki adamlarından biri olan Einstein demiş ki : Delilik; aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir. O zaman bütün insanlar deli bu alman arkadaşımız akıllı. Einstein’a da gider yapmamım sebepleri var açıklıcam hemen. Çünkü, Einstein’a karşı tez olarak söylüyorum bunu, farklı farklı şeyler yapıp hepsinden de aynı sonucu beklemek en az yukarda ki kadar delilik içeriyo. Bence bi fark yok ikisinin arasında. İkisi de deli saçması. Bi de bu var akıllı insan saçmalamıyo sanki. Deli zaten o. Saçmalayacak tabi ki.
Toplum içinde yada böyle çocukken filan ayıplanırdık deli filan diyince. Televizyonda mesaj içerikli diziler olurdu hatırlarsınız, toplumsal mesajlar veren, Perihan Abla, Çiçek Taksi, Mahallenin Muhtarları gibi. Bunlar da bak burada böyle yaparsan yarında senin başına şöyle şeyler gelir dersi verilirdi. Ki iyi ki de verilirdi. Çok iyi diziler miydiler? Belki değillerdiler. Ama Bihter’in bu hafta kimle sevişecek olmasından daha şıklardı en azından. Neyse ince ince kopuyorum mevzudan. İşte bu dizilerde küçük bi çocuk “aaa bak deli!” dese biri uyarırdı onları ayıp söylenmez diye. Üniversite okumuş biri de hemen “Onlar deli değil. Ruh hastası.” derdi. Bence bu deliden daha kötü bi tanımlama. Böyle hasta deyince sanki iltihaplı, bulaşıcı gibi bişi geliyo hemen aklıma. Deli sevimli bi kelime yani bana göre.
Yalnız bide şunu ayırt etmek lazım. Benim burada bahsettiğim deli modeli, hani böyle sokakta gördüğümüz, kendi halinde, derdi olan ama çözemediğinden dolayı deliren insanlar. Mesela Kenan komutan. Garip bi örnek ama adam yöneticilere “pislik, sefil fare” diyebiliyo. Hani deliler saçmalıyodu. Adamın meselesi var. Derdi var kendince. Bu böyle bi örnekti sadece. Sevdiği kızla evlenemediğinden deliren biliyorum. Yada otobüs biletini paso diye gösteren. Gerçi benim de bi arkadaşım dolmuşa paso geçiyomu diye sormuştu. Deli miydi? Alakası yok. Gayet aklıselim adam işte. Oluyo böyle şeyler.
Osmanlı ordusunda en ön saflarda savaşanlara halk “Deliler” dermiş. Çünkü bunlar gönüllü gidiyolarmış en önde. Bu “deliler” ıslatılmış mermere tokat atarak eğitirlermiş kendilerini. Ve düşmana bi kere vurduklarında, ya öldürürlermiş ya da artık savaşamayacak duruma getirirlermiş. Bi savaşa gönüllü gitmek akıllı işi değil, ellerini mermerle silah haline getirmek hiç değil ama yine az evvel bahsettiğim gibi meselesi olan insanlar için problem de değil.
Konserler de şarkı dinlerken kendi jiletleyen yada poga yapıp sağındakinin solundakinin ağzı burnunu kıran, şişenin üstüne oturup ölmeyi beklemek suretiyle intihar etmeye kalkışan ( bu cidden olan bişi. Gazetelere filan çıktı. Kıçımdan uydurmuyorum.), komşulara ayıp oldu diye şiir yazan, duşta gündelik kıyafeti ve bet sesiyle şarkı söyleyen, bi gün bi uzay gemisinin onu alıp kaçıracağını düşünen insan deli değildir. Bunlar ruh hastasıdır. Bunlar iltihaplıdırlar, bulaşıcıdırlar. Amaçları, dertleri yoktur. Olmıcaktırda zaten.
Bence deli insan –aynen yukarda bahsettiğim gibi- meselesi olan, derdi olan ve bunları çözememiş olandır. Bizlerse, yani akıllı olanlar (ki benim kendi adıma öyle iddiam yok), belli ölçülerde çözüm üretebilmiş olanlardır. İşte tam burada sorulacak soruda şu: her şeye çözüm üretmekte çok iyi bişey mi? Sizi bilmem ama benim cevabım bazı noktalarda, bazı konularda delirmek çözmekten daha iyi. Her şeyi de bilmek iyi değil, mücadele edecek şeyler kalmalı. Felsefe yapmıyorum ama tercihim bu yönde. Azıcık delirin. Bişeycikler olmaz.
Saygılarımla.

POP İDOLÜM HOMER J. SIMPSON'DIR

Homer kimseyi rahatsız etmekten çekinmez kendi rahatsız oldu mu da kimseyi tamımaz.

Homer karısı Marge’ı her şeyden çok sever.

Homer beyni koruyan zar onda normal insanlarındakinden 4 kat büyük olduğu için kafasına aldığı darbelerden dolayı asla zarar görmez.

Homer kendi parmağı içinde olsa bile içine ketçap hardal sıkılmış sandviç ekmeği yer. Canı yansa da durmaz yemeye çalışır.

Homer elektrikli testere taklidini çok iyi yapar.

Homer ailesinin üzülmesine dayanamaz. Onlar için sayısız defa hayatını tehlikeye atmıştır.

Homer bi dönem “Pie Man” adıyla süper kahramanlık yapıp insanları aşağılayanları cezalandırmıştır.

Homer en az 5 kez dünyayı kurtarmıştır.

Homer ampul icat edilmeden evvel her şeyin renksiz olduğuna inanır.

Homer fiziksel ve zihinsel eksikliklerini hiç kafasına takmaz.

Homer çok iyi bira içer.

Homer insanlarla hayvanların arasında ki tek farkın insanların sözlerini tutuyo olmasına inanır.

Homer kimseyi takmaz. Hatta tanrı’yı bile.

Homer 39 yaşındadır ve kilosu 110 ila 130 arasında değişkenlik gösterir.

Homer baba Bush’la kavga etmiştir.

Homer boks kariyerinde unvan maçına bile çıkmıştır.

Homer bi uzaylı larvasını yiyerek acayip şekilde büyümüş ve hemen hemen bütün kasabayı yemiştir. Daha sonraları da evsizleri itlaf etmek için kullanılmıştır.

Homer gittiği her ülkede tutuklanmayı başarmıştır.

Homer patronu Mr. Burns’un düzenlediği bi nevi reality show olan ve insanların avlandığı programda hayatta kalan tek kişidir.

Homer İngiltere Kraliçesi’nin atlı arabasına kendi arabasıyla çarpmıştır.

Homer yalan makinesini patlatan tek kişidir.

Homer Bart’ı eğlence evinde! çalıştırmaktan sakınca duymaz.

Homer filin ağzından çıkmış olmayı düş almış olarak sayar.

Homer kızgın olduğu zaman kendisine özgü “d’oh” sesini çıkarıp ve “nuts” dediğinde birden sakinleşir çünkü aklına “donut” gelir ki bu Homer’ın domuzdan sonra en çok sevdiği yiyecektir.

Homer tişörtünün önünü arkasına giydiğinde ağlar.

Homer American İdol programında jürilik yapmıştır.

Homer hokey maçını Eagles konserine benzetir.

Homer televizyon beş dakikadan fazla kapalı kaldığında sinir krizi geçirir.

Homer bişeyi anlamadığında Lisa’ya sorar.

Homer sadece domuz besleyerek küresel ısınmanın ilerlemesine katkıda bulunmuştur.

Homer Springfield İsotops futbol takımının ateşli taraftarıdır.

Homer işyerinde yaralandığında tazminat almak yerine lüks localardan maç izlemeyi kabul eder.

Homer Dolce&Gabanna’nın modelliğini yapmıştır.

Homer balığı oltayla avlamaktansa bütün göle elektrik vermeyi tercih eder.

Homer en büyük keyfi evde iç çamaşırıyla oturup televizyon izlerken Duff Beer yada Buzz Cola içmektir.

Homer Bart’ı boğazlayarak cezalandırır.

Homer bi bölümde arabası sürerken Taş Devri’nin şarkısının melodisiyle şu şarkıyı söyler:

“Simpson
Homer Simpson
He’s the greatest in history…

From the
Town of Springfield
He’s about to the chessnut tree…”

ve gerçekten de ağaca çarpar.

Homer 64 parça amerikan peynirini 64’ten geriye sayarak ve ağzının kenarından salya akarak yemiştir.

Homer Eskimoların vampirler ve cadılar gibi hayal ürünü olduğuna inanır.

Homer “Ben dindar biri değilim ama yukarda bi yerlerdeysen
beni kurtar Superman.” diye cümle kurmuştur.

Homer kendi beyni tarafından azarlanan tek insandır.

Homer telefondaki operatörden 911’in numarasını istemekten bi çekince duymaz.

Homer domuzların büyülü hayvanlar olduğunu düşünür.

Homer: Kapitalizmimin çarkları işçilerin kanlarıyla yağlanmıştır.

Homer diş fırçalamayı ön sevişme zanneder.

Homer en küçük kızı Maggie’yi bile oyunlarda ancak hile ile yener.

Homer Fox TV’nin Superbowl devre arası şovunu sunmuştur.

Homer yapabileceğinin en iyisi yapmaya çabalayıp başarısız olduğunda “asla çabalamaması gerektiğinin” dersini çıkarır.

Homer hediye çalmakta bi mahsur görmez.

Homer kadınların bira gibi olduklarını düşünür. İyi kokuyolardır, iyi görünüyolardır. Bi tane elde edebilmek için annelere karşı çıkıldığına fakat bi tane ile asla doyulmadığına, başka bi kadın daha içmek istenildiğine inanır.

Homer klisede babası çıldırdığında İncil’de bunla nasıl başa çıkacağı ile alakalı bişey yazmadığı için sinirlenir.

Homer işe 26 saat geç kalmayı başarabilmiş biridir.

Homer minimum çabayla hayattan maksimum verim alabilen nevi şahsına münhasır kişidir, alamet-i farikası ise kel kafası, göbeği ve pek çok şeye ermeyen zekasıdır.

ACIMASIZ GERÇEKLER(!)MİŞ

Bu ara reklamlara acayip takıldım. Nedenini bilmiyorum. Hayırdır inşallah diyip geçiştircem. Fazla kurcalamak istemiyorum. Bi içecek firmasının acımasız gerçekler reklamlarına bi iki çift lafım var kendimce. İlk olarak Türkiye’de ki acımasız gerçeklerle alakalı söylemek istediğim şeyler var. Filmin başında bi grup çocuğun “Yağ satarım bal satarım” oynadığını görüyoruz. Ve hemen ardından dış ses “ çocukluğumuz boyunca bilinçaltımız acayip şarkılarla dolduruldu” diyo bize. Dolduruldu da kötü mü oldu? En azından hep birlikte bişiler yapıoduk çocukken. Esnaflığa özeniyoduk. Şimdi ki Polat Alemdar sempatizanı mı olsaydık. Tamam oyun saçma olabilir. Ustanın ölmüş olmasıyla ilgili bi şarkının yer aldığı oyunu oynamak manyakça olabilir ama bilinçaltımızda hiç bi zaman ustanın ölümü yer edinmemiştir. Ordaki eğlenmişliğimizi hatırlarız hep. Sonra da göçebelikten dem vuruyo dış ses. Bizi çingenelerle karıştıryo herhalde. Onlara da lafım yok yanlış anlaşılmasın. Onlar gezmeyi çok seviyolar o yüzden çingeneleri örnek verdim. He eğer bahsettiği Türklerse hemen hemen bin yıldır bi yere gittiğimiz yok olduğumuz yerdeyiz göçtüğümüz filan yok. Bi de gittiğimiz her yere her şeyimizi götürüyomuşuz. Fena bişey mi tedarikli olmak. Öyle tavuk filan arabada. Onlardan da bahsediyo. Ben bi gün Erzurum’dan dönüyodum. Otobüse binen bi yaşlı amca vardı. Bi horoz bi de tavukla biniyodu. Muavin sordu amca hayırdır diye. Amca da dedi ki “Benim oğlan tayin oldu. Evininde bahçesi varmış. Bunları ona götürüyorum yumurtasından filan sebeblenir.” dedi. Bu gerçekliğin neresi acımasız allah aşkına. Diğer hikayede de tuvaletin önünde bekleyen iki elaman var. Neymiş genç yaşımızda büyük sorumluluklarla donatılmışız. Ya bi kere o öküz dış sese diyeceğim şudur. Bu bi kere kibarlıktır. Ona gösterdiğin saygıdır. Bunu elin fransızı yapsa “ay ne romantik ne kadar centilmen” dersin. Gay mısın nesin anlamdım ki dış ses. Sonra diyosun ki uçağın camından evimiz görünüyo mu diye bakıyomuşuz. Biz evimizi seviyoruz kardeşim. Çatalın kenarıyla eti kesmeye çalışmamıza takmışsın kendini. Çatal bıçağı doğru kullanmayı bilip de salyangoz mu yeseydik? Suşi mi yeseydik? O iğrenç şeyleri yiyince mi medeni olunuyo ha dış ses? Hem ben suşiyi yedim bi boka benzemiyo. Cam gazete kağıdıyla silinirmiymiş? İşte dış sesin hiç cam silmediği ortaya çıkıyo. En pahalısından bezler bile camda tüycükler bırakıyo. Ama gazete kağıdı ayna gibi yapar. Ve o televizyonun üstüne koyduğumuz dantel örtüsü de televizyona gösterdiğimiz saygıdır. Saygı duymasak o kadar saat onun başında vakit geçirirmiydik. Bunu anlamaz dış ses.
Gel gelelim ikinci filme. Hani bu pislik dış sesin kıza “arkadaşın seninle birlikte olmak istiyo” cümlesiyle başlayan televizyonlarda yayınlanmayan video paylaşım sitelerinde dolaşan reklam. Bi bu dış sesi ve içecek firmasını niye alakadar ediyo onu anlamadım. Onlara ne? Çoğumuz arkadaşına aşık olmuştur. Reklamda ki kadar sapıkça olmasa da bişeyler hissetmiştir. Adam çocukluğundan beri seviyomuş istiyomuş kızı. Bu kötü bişey mi? Çocuğun ipliğini pazara çıkarıyo. Sanane dış ses. Malum içecek firmasının kızı mı bu? Sen mi yazıyosun kıza? Bide en sonunda gider yapıyo itirazı olan var mı diye. Pis uyuz oldum bu dış sese.
Yani sonuçta bu reklam filmlerinde ki acımasız gerçekler biraz zorlama, kıçlarından uydurma. Ya bunların kötü çocuklukları oldu yada bi kıza açıldılar tekmeyi yediler. Kendi beceriksizliklerini acımasız gerçekler diye yaslıyolar. Hele internet sitelerinde ki oyun nasıl saçma. Kendilerini tatmin ediyolar galiba. Yemişim sizin acımasız gerçeklerinizi.

O PİRELLİ REKLAMINI İZLEMEYECEKTİM

Bi reklam programı var TV’de. Orda eski reklamlara denk geldim. Pirelli’nin eski reklamlarında nedense ayaklarının altı otomobil lastiğine benzeyen insanlar koşuyolardı, alevlerden kaçıyolardı sonra da zart diye duruyolardı. Pirelli böyle salak bi yolla lastiklerinin güvenilirliğini anlatıyodu. ( gerçi daha sonraları Naomi Campbell ve Uma Thurman gibi yıldızların oynadığı kısa filmlerde çektiler – takvim olayı bambaşka bişi takılmıyalım oraya) Reklamın sonunda da dış ses “kontrolsüz güç değildir”diyodu.
Şimdi reklamdan ayrılıp bizde çok kullanılan bi deyişe değinicem. “Deli Kuvveti.” İlk önce şunu anlatmak istiyorum. Gücün eş anlamlı kelimelerinden biride kuvvettir. (He güçle eş anlamlı başka bi kelime biliyo musun diye sorarsanız susarım, cevap veremem.) En azından ben eş anlamlılar diye biliyorum. Değilseler de yapacak bişi yok. Bütün yazıyı bunun üstüne kurdum. Ben böyle belledim, sizde böyle belleyin.
Bu deli kuvveti denilen olay, böyle çok canımız filan yandığında normalken yapamayacağımız şeyleri yapmamızı sağlayan bi güçtür. Tabi, illa canımız yandığında değil elbet. Örnek verdim öyle. Mesela benim bi arkadaşım bi gün ev taşırken bizim yalap şalaplığımıza o kadar sinirlendi ve bundan o kadar sıkıldı ki yedi buçuk dakika içinde tek başına ilk önce çamaşır makinesini daha sonra da buzdolabını üç kat yukarı çıkardı. Bu olay gerçekleşti en az dört şahidi var. İşte arkadaşlar bu deli kuvvetidir. Ve bilin ki tamamen kontrol dışıdır. Kontrol dışı olmasıyla alakalı daha çok örnek var ama şimdi pek girmek istemiyorum oraya.
Peki “Bu güç kontrollüyse güçtür, kontrolsüzse nedir?” yada “Deli kuvveti kontrol altına alınırsa olimpiyatlar da daha çok altın kazanabilirmiyiz?” gibi sorulara cevap bulabilirmiyiz?
Sanmıyorum. En azından ben bulamam. Zaten bu yazıyı nereye bağlıyacağımı acayip merak ediyorum.
Güç çok önemli. Hem manevi hem de maddi olarak. Böyle acayip adaleli, vurup duvarı delen biri olursanız, herkese sövüp dalaşıp hepsiciğini dövüp egonuzu tatmin edebilirsiniz. Ya da çok paranız varsa adaleli olmanıza da gerek yok. Yukarda ki adamı belli bi meblağ karşılığında tutarsınız. Sonrada herkese dalaşır adaleli adama dövdürüp egonuzu tatmin edebilirsiniz. Yani güç bi nevi ego tatmin edicisidir.
Peki güç sadece ego tatmin etmeye mi yarar? Hayır. Fiziksel gücünüz varsa korkanınız çok olur, maddi gücünüz varsa seveniniz. Bu örnekler attırabilinir.
Ama gücü kontrol etmek şarttır. Hep dövülecek kişler seçilmelidir, öyle herkese dalınmamalınıdır. Ya da mesela çok paralar harcayarak ayağınızın altını reklamlarda ki yaptırabilir, her yere koşarak gidebilir ve “ne güzel koşuyorum” ya da “koşuyorum koşuyorum yorulmuyorum” diyebilirsiziniz kendi kendinize. Yalnız bunu toplum pek hoş karşılamayacaktır ve muhtemelen deli yaftası yapıştıracaklardır. Lakin şöyle bişey de var. Saçma bi ameliyata o paraları vereceğinize gidip kendinize evler, apartmanlar, hanlar, hamamlar alıp emlak zengini de olabilirsiniz ve sizi temin ederim toplum bayılır böyle şeylere.
Sonuç olarak bu dünyada delilik bedeva. Gerçi verdiğim çok saçma bi ameliyat örneği ile kendimle çeliştim ama olsun. Ben alışığım buna. Neyse dediğim gibi; delilik bedeva güç parayla. Çünkü para verip adaleli elemanı kiraladık.
Saygılarımla.

HİŞT! HOUSTON TANIMLANAMAYAN Bİ CİSİM GÖRDÜK NAPALIM?

Dünyada neredeyse ikiyüz yıldır bilimkurguyla alakalı kitaplar yasılıyo, filmler çekiliyo, bişiler anlatılıyo hep. Bunun büyük kısmı uzaylılarla alakalı. Birileri kaçırıldığını iddaa ediyo, kimisi elinde kayıtlar olduğunu savunuyo. Ama canına yandığımın dünyasında kimse kullandıkları aracı tanımlayamıyo. Biri çıkmış bu araca "Unidentified Flying Object" demiş, ölede kalmış. Bi Allah'ın kuluda ben tanımlayım dememiş. Ben bunu yaşadığım inanılmaz can sıkıntısı yüzünden kendime görev edindim. Evet bu yazımda uzaylıların bindiği aracı tanımlıcam.
Şimdi ilk önce bu araç ne maksatla kullanılıyo onu düşünmek lazım. Yıllardır okuduğumuz ve izlediğimiz şeylerde bu aracın kullanımının saldırı amaçlı olduğunu ön plana çıkıyo. Yani gemi olabilir, uçak olabilir, helikopter olabilir. Ama gemi olunca yüzmesi filan lazım bence. Bu yüzden gemiyi eliyorum hemen. Helikopter için de pervane lazım. Peki aramızda hiç pervaneli tanımlanamayan uçan obje gören oldumu filmlerde filan? Sanmıyorum kimsenin gördüğünü. Dolayısıyla helikopter şıkkıda eleniyo. Geriye ne kalıyo uçak. O zaman tanımlanın ilk kısmını uçak diyerek noktalıyorum. Zaten galaksiler arası seyahat filan ettikleri için uçak çok mantıklı. He şöle diyebilirsiniz hemen: kanat filan da göremedik hiç filmlerde. Ben de buna şöle bi cevap veririm: böle bizim bindiğimiz uçaklarda ki gibi kantlar filan yok ama böle kenarlardan açılan bişiler oluyo hep. Gayet kanat olarak algılanabilir bunlar.
Peki bu varlığından emin olmadığımız ve uzaylı dediğimiz yaşam formu mensupları bu tanımlanamıyan uçan objeleri sadece bizim dünyamıza saldırıp yok etmek ve galaksiler arası seyahat etmek için mi kullanıyolar? Geride bıraktığımız son elli yıl içinde kaçırıldığını ve oralarına buralarına bişiler sokulduğunu iddaa eden bi dünya insan denen yaşam formu var. Kendileri üstünde deneyler filan yapıldığını söylüyolar. O zaman aynı zamanda, varlığından emin olmadığımız ve uzaylı dediğimiz yaşam formu mensupları bu tanımlanamıyan uçan objeleri laboratuar olarakta kullanıyolar. Tanımlamanın ikinci kısmına laboratuarıda eklemekte bi sakınca görmüyorum kendimce.
Şimdi bu uzaylılar seyahat ederken çok uzun yollar katediyolar. Öle üç-beş saatlik yollar değil. Adı üstünde galaksiler arası yolculuk yapıolar. Doğal olarak bu arada çişleri geliyo tuvalete gidiyolar, uykuları geliyo odalarına çekiliyolar, karınları acıkıyo mutfağa gidip yemek yapıyolar, pisleniyolar banyoya gidip yıkanıyolar. Gerçi bunları yaptıklarından pek emin değilim ama Hollywood bize bunların çok farklı türlerini gösterdi. Böle olanları da vardır diye düşünüyorum. Sonuç olarak yukarda saydığım eylemler bizimde evde yaptığımız şeyler. Yani tanımlamada evde yer alabilir sanırım.
Başka napıyo bu uzaylılar tanımlanamayan uçan objelerle? Boyut filan değiştiriyolar. Işınlanma filan yapıyolar. Ben bütün bu tanımlamaların sonucunda varlığından emin olmadığımız ve uzaylı dediğimiz yaşam formu mensuplarının kullandıkları tanımlanamıyan uçan objelere kendimce bi tanımlama getirdim. Ben bu araçlara " Boyut Değiştirebilen ve Zaman Zamanda Ev yada Laboratuar Olarak Kullanılan Uçak" dicem. Belki çok uzun ve karmaşık bi tanım oldu ama hiç tanımlanamamasından iyidir diye düşünüyorum.
Ve saçmada olsa tanımladığım için çok mennunum.
Unutmayın onlar geldiklerinde barış için gelmiş olcaklar. Öle taşla sopayla filan kovalamaya gerek yoktur diye düşünüyorum.
Saygılar.

TEK GECELİK AŞKIMIZ BİZİM

Bi kardeşim demiş; kasımlar sizin olsun bütün mayıslar bizim diye. Bütün mayıslar sizin olsun diğer on ayla birlikte. Ama kasım bizim. Haklısın. Gerçi ayda önemli değil. Yaz olsun kış olsun. O gece bizim.
Agresifliğin ve küçük görmenin sancağı altında, büyük adamların salyalar akıtarak kirlettiği gecelerde alınan "şerefli mağlubiyet"lerden daha görkemli ve senfoniktir tek başına herkese dikilip damla damla kazanılan "şanslı galibiyet"ler.
Evet bizim mayıslarımız olmayacak belki. Ama siz o mayıslarda dünyanın bütün hazinelerini toplamış olsanızda, kasım ayında yada Allah'ın herhangi bi gününde karşımıza çıktığınızda dizleriniz dokuz şiddetinde titrerken, sizlerin sahip olduğu o hazineler ve apoletler teneke parçalarına dönerken, sizin küçümsediklerinizden dökülen damlalar Antwerp'te milyonlarca dolara satılan elmaslara dönüşecek.
Sadece bağırmayı çağırmayı, saldırmayı, küfretmeyi sanat sanan insancıkları baştacı yaparken siz, biz yine sineye çekmeyi öreneceğiz.
Siz italyan modasını bu ülkeye kensinin getirdiğini söyleyen insanlarla, köpekler istiyo diye atların ölmediği dünyanızda hedef gösterip günü kurtarırken, biz "şanslı galibiyet"leri unutup kum taneleriyle devrimler yapacağız.
Marşlarda "saldır"maları istenilen insanlarla bir milletin kalbini attıranların ve hırsından ağlayanlarla aşkından ağlayanların farkını anlayacağız.
Evet kardeşim bizim mayıslarımız belki olmayacak ama o tek gecelik aşklarımızda görücez ki ikimiz; senin küçük gördüklerinin, olmaz denileni sana saygı duyarak ve olmaz diyenlerle için için alay ederek ve sevgiliden alınan ilk öpücük gibi heyecanla başardığını.

İÇ

İnsanın içinin gitmesi çok garip. Birden gidiveriyo içimiz. Anlık bişi bu. Çok farklı. Ama benim en çok merak ettiğim içimizin nereye gittiği, nası bi yere gittiği. Çünkü içimiz gidince içimiz boş kalıyo. Halbuki bizde içimizin gidebildiği yere gidebilsek içimiz boş kalmaz. Ama bilmiyoruz ki içimizin nereye gittiğini. İçten içe yiyo insanı içinin gitmesi.
Korkunca filan gidiyo içimiz. Hissel bişi o zaman.(hissel?) Yani manevi. Maddi olduğunu düşünsenize. İçimiz olmasa çok garip olurdu. Midemiz filan yok mesela. O zaman yiyip içip sıçamazdık filan. Hoş olmazdı hiç. Peki bunun manevi gidişi nasıl? Maddi olsa, biri gerçekten almış olsa öle yada böle bulurduk en son. Ama böle soyut olunca ne olduğunu anlamıyoruz. Çok merak ediyorum nereye gittiğini. Münferit mi takılıyo yoksa birileri mi alıyo. İçimiz tarafından yapılan bireysel bi hareketse bu, problem değil ama birileri alıp gidiyosa çok ayıp. Öle kimsenin hakkı yok birilerinin içini alıp gitmeye. Herkesin içi kendine. Başkalarının içlerini alıp gidenler varsa onlar kendilerine bi sorsunlar; kendi içleri başkaları tarafından alınıp gidilse hoş olurmu diye. Çünkü insanın içi gidince kötü oluyo. Benimde çok gitti içim. Bilirim iç gitmesini. Herkes çok iyi bilir. Herkesin en az bi kere gitmiştir içi. Bu yüzden ben kimsenin içinin gitmediği bi dünya hayal ediyorum. Herkesin içinin içinde kaldığı bi dünya.
İç ilgi ister. Sevgi ister. Öle içimiz gittiği zaman içimize gerekli şevkati gösteremeyiz. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. O yüzden engel olalım içimize gitmesin bi yere. Savaşalım içimizi alıp gidenlerle. İşin içinden çıkamaz duruma gelmiyelim. Çünkü içimiz bizim herşeyimiz. İçimiz bizim aynamız. İçimize sahip çıkalım.